SIKÇA SORULAN SORULAR
Psikoterapi sihirli bir değnek değildir.Yaşamınızdaki olumsuzlukları ortadan kaldıramaz. Ancak olumsuz olarak nitelediğiniz faktörlere karşı olumlu ve yapıcı bir bakış açıcı geliştirerek sorunlarla başia çıkmanızda yardımcı olur. Stres ve depresyon içindeki birçok kişi, yeni ve yapıcı olan yolları denemeye başladıklarında, psikolojik sorunlarından kurtulabilirler. Bunun için sorunlarına tarafsız bir gözle bakabilen psikoterapistin yönlendirmesi gerekir.
Önce panik atak nasıl ve hangi nedenlerle oluşmuş, bunu değerlendirmek gerekir. En az 3 aylık blişsel tarapi ile bireyin sorunlarının bilincine varması sağlanır. Istenilen doğrultuda bir davranış değişimine gidilmesine yardımcı olunur.
Takıntılar, davranış düzeyinde de olabilir ( sürekli el yıkamak gibi), düşünsel düzeyde de. Bazı düşünceleri zihinden atamamak, bu düşünceler akla geldiği zaman da günlük işlerini yapamamak gibi. Bunlardan kurtulmak için ilaç destek sağlasa da, tek başına yeterli değildir. Mutlaka psikoterapi ile yardımcı olunmalıdır.
Terapist ilk seansta ve psikolojik uygulamalar sonucunda, aile yapısı hakkında bir fikir edinir. Ailede nasıl bir etkileşim vardır? Terapide amaçların belirlenmesi çiftin gerçekçi olarak nereye varabileceklerini görmesi önemlidir. Davranış, amaç ve yönelimler hakkında yeni algılamalara ulaşılarak, yeni yapılanmalara gidilir. Ailede bireysel problemi için getirilen bir çocuğun gencin veya eşlerden birinin davranışlarının altında yatan neden bile çoğu zaman ile bireyleri arasındaki yanlış etkileşimden kaynaklanmaktadır. Kaynaklara inildiği takdirde problem olarak ortaya çıkan sorunlar ortadan kalkar. Bunun içinde aile bireyleri bazen tek tek, zaman zaman da hep birlikte ele alınır.
Çift terapisine başvurabilmek için esler evlilikteki uyumsuzluk sorununu çözmeye istekli olmalıdır. Çiftlerin her ikisi de çift terapisinde sorumluluklarının bulunduğunu kabul etmelidir. Ele alınacak sorunlarda terapistle görüş birliğinde gelişim ve değişime istekli olmalıdır.
Bireyler, evlilik sürecine kişisel geçmişlerini de taşıyarak başlarlar. Geçmişinde kaygı, depresyon, nevrotik savunmalar olan bir bireyin bu kişilik özelliklerinden kurtulmadan evliliğe adım atması anlaşmazlıkların ortaya çıkmasında kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu özelliklerin evliliğe yansıyarak uyumsuzluk yaşatmasını beklemek yerine, bu özelliklerin olumlu bir yöne doğru değişime uğraması psikoterapi ile mümkündür. Psikoterapi nedenlerinin farkına bile varılmayan kişilik ve davranış özelliklerini istenilen doğrultuda değiştirerek bireylerin mutluluğunu hazırlar.
Iki taraf da ( eşler) değişmek ve gelişmek, istenilen mutluluğa ulaşabilmek amacı ile gelmişlerse sorunların kaynağına inilebilir. Mutlaka bir başarıya ulaşılabilir. Ancak evlilik terapisinde istenilen çözüm her zaman evliliği devam ettirmek şeklinde olmayabilir. Aile içinde duygusal boşanma çok öncelerden gerçekleştiği halde, eşler yasal boşanmayı kendi nevrotik tutumları yüzünden gerçekleştirmezler. Bitmiş bir evlilikte, birbirlerinden kurtulmak yerine birbirlerini yıpratmayı seçmiş olabilirler. Bu durumda, özünde bitmiş olan evliliği sonlandırmaya yardımcı olunmalıdır
Psikoterapi birkaç seans ile istenilen değişimi sağlayamaz. Süresi en az üç aydır ve seanslar düzenli uygulanmalıdır.
Bireyler ilişkide istenilen noktaya gelseler bile daha seyrek olarak pekiştirme seanslarının devam etmesi, etkileşimi sağlamlaştırır
Yaşamı ve insanları sevmenin yolu, insanın önce kendisini sevmesinden geçer. Kendi kendinizle ne ölçüde iyi ilişkiler içinde olduğunuzun saptanması için, kendinizi değerlendiriş biçiminiz kadar, dünyayı ve insanları da nasıl algıladığınızı gösteren bazı sorulara yanıtlar vermek gerekir.
Örneğin
- Birçok kişi tarafından sevilirim
- Kendi hatalarıma gülebilirim
- Duygularımı ve düşüncelerimi açıklamaktan çekinmem
- Ben her türlü ödüle layık biriyim
- Hala gelişen ve değişen bir insanım
- Çoğunlukla neşem yerindedir
- Yaşamımı istediğim yöne çevirebilirim
İletişim yokluğu veya aksaklıkları bir çok ailenin işlevselliğini bozmaktadır. İletişimsizlik problemlerine parmak basılması kişilerin kendilerine açıkça bir şekilde ifade etmeleriyle sağlanabilir.
Aile içerisinde iletişim problemi, aksaklıkları yaşayan kişiler aile terapilerine başvurabilirler.
Birçok uzman, evlilik terapisi ile, aile terapisini belirli psikolojik terapilerin uygulandığı benzer bir yaklaşım olarak değerlendirir. Çift terapisi, aile terapilerinden önce uygulanmaya başlamıştır. Ve eşlerin sorunlarına daha derinlemesine odaklanır. Aile terapileri ise, genelde ana, baba çocuk üçgeninin oluşturduğu bir grupta, aile sistemini incelemeye yöneliktir. Sistemin bir tarafında ortaya çıkan sorun, bütün sistemi etkiler. Anne babanın çocukları için ilk sosyal modeller olduğu görüşünden yola çıkarsak, anne babanın bireysel sorunları, çocuğu doğrudan etkiler. Örneğin babanın içki sorunu, annenin agresif davranışları, çocuklarında da bazı heyecan ve davranış sorunlarına yol açabilir. İçine kapanmak, çevre ile uyumsuz davranışlar, eğitim başarısızlığı, asi davranışlar gibi… Anne babanın uyumsuzluk nedeni ile psikolojik danışma için getirdikleri bir çocuk için, yapılması gereken önce aileyi bir arada görerek, iletişim ve etkileşim biçimleri hakkında bir fikre sahip olmaktır. Aile işlevselliği üzerine odaklanan çalışmalardan çıkarılabilecek ortak sonuçlar
- Aile sisteminde kuşaktan kuşağa geçen kalıplar, aileyi oluşturan bireylerin davranışlarını da şekillendirir.
- Bir ailenin yapısı ve organizasyonu, aile bireylerinin davranışlarını da belirleyen önemli faktörlerdir.
Aile sorunlarının çözülmesinde, işlevselliği olan ailelerin daha başarılı, işlevselliği zayıf olan ailelerin ise başarısız oldukları görülmektedir.
Aile sorunlarını, para, yiyecek, barınak temini gibi temel sorunlarla, öfke ve kaygı-depresyon, uyum sağlayamama gibi heyecan durumları olmak üzere iki ana grupta toplayabiliriz. Temel sorunlarını halletmemiş ailelerin duygusal sorunları ile başa çıkabilmeleri güçtür.
Belirli bir uyarıcıya karşı en uygun yerinde tepki gösterebilme yeteneği, aile içinde öğrenilir. Aile, toplumun en küçük birimi olarak, kişilik yapılanmamızda çok önemli bir yere sahiptir. Bireylerin bedensel ve psikolojik sağlıklarının yerinde olması ve yaşamdan doyum sağlayacak kişiler olarak yetişebilmeleri, geniş ölçüde aile işlevlerinin sağlıklı olup olmadığına bağlıdır.
Aile içi etkileşimi ve kişilik gelişimini çok etkileyen işlevleri, kısaca şöyle özetleyebiliriz.
- Aile bireyleri, bir arada olmaktan hoşlanırlar
- Birbirleriyle iletişimleri iyidir
- Birbirlerinden farklı da düşünseler, bunu paylaşabilirler ve birbirlerinin düşünce ve davranışlarına saygı duyarlar.
- Özünde sevgi ve saygı olan bir dayanışma içindedirler.
- Ailenin sorunlu dönemlerinde (işsizlik, başarısızlık, mutsuzluk, hastalık) problemi tanıyarak, çözümleri birlikte geliştirebilirler. Birbirlerine destek verirler.
- Yeniliklere uyum sağlarlar
İşlevselliği olmayan ailelerde ise;
- Ailede herkes yalnızdır. Duygusal sorunlarını birbirlerinden saklarlar.
- Aile bireyleri, kendilerini oldukları gibi göstermek yerine duruma göre zayıf veya güçlü göstererek, bir görünüşün arkasına saklanırlar.
- Duygu ve düşüncelerini birbirleriyle paylaşmazlar.
- Birbirlerinin psikolojik ihtiyaçlarından habersizdirler.
- İletişim yanlışları ve eksikliklerine bağlanan bu durumlar, aile terapisi ile çözülebilir mi?
- İletişimin önce ailede öğrenildiğini söylemiştik. Eğer aile bireyleri, yolunda gitmeyen birşeylerin farkına vararak, düzeltmek istiyorlarsa, onları bu konuda yönlendirerek bilinç kazanmalarını sağlayabiliriz. Ve yeni bir bakış açısı kazandırarak, yeni bir yapılanma oluşturabiliriz.
Yüzde yüz başarı, hiçbir tedavi şekli için söz konusu değildir. Tedavi başarısı önce tedavi motivasyonuna sonra da, terapistin göstereceği yönergelere uyum sağlayabilme çabasına bağlıdır. Örneğin, eşinin veya çocuğunun psikolojik sorunları için başvuran kişi, problemin sahibidir. Bu problemin oluşmasında eşi ve çocuğunun da mutlaka payı vardır. Ancak onlar, işbirliği ve dayanışma sorumluluğundan kaçarak, probleme bir günah keçisi arıyorlarsa, işbirliğinin olmadığı bir aile terapisi düşünülemez. Sadece, problemin çözümü için başvuran kişiye yeni bir görüş açısı kazandırılabilir. Bireysel olarak kendisini daha güçlü hissetmesi sağlanabilir.
Panik atak tedavisi ile ilgili biyolojik modele göre ilaç almak, beyindeki kimyasal dengesizlikleri düzeltir. Bu yüzden hekimler trankilizan ve antidepresanların kullanımını önerebilirler. Eğer siz etkileyici ve kolay çözüme ulaştıracak bir yöntem olarak kabul ediyorsanız, ilaç + psikoterapiyi düşünebilirsiniz. İlacın başlangıçta elbette çabuk rahatlık sağlayan bir etkisi olabilir. Ancak ilaç almayı reddeden birçok insan da, ilaçsız yöntemlerden yararlanmışlardır. Yapılan araştırmalara göre, psikoterapötik yöntemler uzun vadede daha işe yarıyorlar. Çünkü bireylerin sorunlarını daha başarılı bir şekilde çözmesini sağlıyorlar.
Birey kaygılanmasına neden olan olaylara bakış açısını değiştirdiğinde, duygularının da değiştiğini görecektir. Bunu örnekleyelim-, Kaygılı ve paniğe kapılmış hissettiğimiz zaman, olumsuz düşünceler birbiri arkasından aklınıza gelir ve kendinizi bir felaketin eşiğinde gibi dehşet ve korku içinde bulursunuz. Nevrotik kaygı ile, sağlıklı kaygı arasında ki fark, nevrotik kaygıda duyguların çarpıtılmış olmasıdır. İkisi de bizim düşüncelerimiz sonucu ortaya çıkar. Günlük hayatta, işini kaybetmek, mesleki rekabet gibi durumların yarattığı haller, Freud’un deyimi ile gerçek sıkıntı olarak herkesce yaşanabilir. Buna karşılık, içe dönüklerde, objektif nedenlere dayanmayan bazı sıkıntı halleri, kişi gerekli enerji harcamalarını bir dışa dönük kadar iyi yapamadığı için daha fazla hissedilmektedir. Şöyle ki, içe dönük, sıkıntılarını dış dünyaya dönerek objektif bir şekilde ortadan kaldırmak yerine içine yönelik yolu seçmekte inhibisyon meydana gelmektedir. Böylece kanalize edilemeyen enerji, kişiyi rahatsız etmekte, çoğunlukla da semptom haline, yani, “nevrotik anxiety” haline gelmektedir.
Sağlıklı kaygıda, bireyin dış dünyadaki, objektif tehditlere karşı duyduğu endişe, önlem almasına yardımcı olur. Onu ayakta tutar. Oysa nevrotik kaygıda, panik atakta tehlike dıştaki bir uyarıcıdan değil, bireyin iç dünyasından gelen subjektif tehditlerle ilgilidir.
Bunun için psikoterapide yapılması gereken şey, bireyin kendisine kaygı duyuran ve yanlış algılamanın sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz düşünceleri değiştirmektir. Temeldeki düşünceler değiştiğinde bunun sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz duygularının da (kaygı, korku, panik atak) yerini olumlu duygulara bırakacaktır.
Kendler ve arkadaşlarının ikizler üzerinde yaptığı bir çalışmada sosyal fobinin çevresel etkenlerle %30 oranında ilişkili olduğu sonucuna varılmıştır. Utangaçlığın genetik geçişini saptamak üzere yapılan ikiz çalışmalarında , (Fjer Aj , 1993) tek yumurta ikizlerinde utangaçlık davranışı , çift yumurta ikizlerine göre , birbirine daha benzer bulunmuştur. Bununla birlikte genetik katkı, çevresel etkenlerin rolünü düşündürecek şekilde orta düzeydedir. Örneğin Colorado evlat edinme çalışmasında, ana babanın utangaçlıklarıyla , evlatlık bebeklerin utangaçlık dereceleri arasında, çevresel etkenlerin rolünü destekler şekilde orta düzeyde bir ilişki bulunmuştur. Zira bu çalışmada 24 aylıkken evlatlık verilen çocuklarda, biyolojik ebeveynlerinin utangaçlık derecesiyle çocuklarının arasında zayıf düzeyde bir korelasyon saptanmıştır. Bu iki bulgu, utangaçlığın hem çevresel, hem de belli ölçüde kalıtımsal etkenler tarafından belirlendiğini göstermektedir.
- Diğerleriyle iletişimden rahatsızlık duymak
- Kendini özgüvenden yoksun hissetmek
- Toplumsal etkinliklere katılamamak
- Çekindiği ve korktuğu durumlardan kaçmak için kendi başına kalmayı seçmek
- Korktuğu durumlarda kalp atışının hızlanması, terlemek konuşamamak gibi belirtilerin yaşanması
Sosyal fobinin psikolojik tedavisi yapılmadığı takdirde, birey kişilik sorunları, başarısızlık ve depresyon ile yüzyüze gelir.
- Önce niçin kızdığınızı kendinize sorun
- Kızdığınız olay ya da kişiler bizi nasıl etkilemektedir?
- Bu etkinin bizde uyandırdığı duygular nelerdir?
Olay karşısında, duygularımızı iyi tanımlayarak açıkladığımızda karşımızdakine ulaşabilme şansı daha fazladır. Çünkü, inançlar, değerler, düşünceler, kişiden kişiye değişse de, duygular bütün insanlarda aynıdır.
- Hangi durumlarda kimlere karşı öfke duyuyorsunuz?
- Öfkeniz aile içinde veya işyerinde , toplumsal yaşamımızda ortaya çıktığında , ifade ediş biçimleriniz değişir mi? Kendinizi kontrol etmeyi başarabilir misiniz?
- Kontrollü olma gereğini duyarak , kızgınlığınızı sakladığınızda depresif hisseder misiniz?
- Aklınızla mı , duygularınızlamı kararlar verdiğinizin farkında mısınız?
- Ailenizden , arkadaşlarınızdan , yaşamdan beklentilerinizi farkında mısınız?
- Eleştirildiğiniz zaman hangi savunma mekanizmalarına başvurduğunuzun bilincinde misiniz?
- Öfkeniz uzun sürüyor mu?
- Öfkeniz diğerlerini incitiyor mu?
- Öfkeniz saldırgan davranışlara yol açıyor mu?
- Öflendiğinizde iletişim kurma beceriniz pasif, agresif veya atılgan tutumlardan hangisi oluyor?
- Konuşma alışkanlıklarınızın farkında mısınız?
Terapilerin temel hedefi kişinin sorunlarına kalıcı çözümler bulmaktır. Terapiye başvuran danışanların ilk olarak farkındalık düzeyleri arttırılır. Daha sonra terapi sürecinde kişiler kendi kendilerinin terapisti olmayı öğrenirler. İlerleyen dönemlerde bireyler tekrar aynı sıkıntılarla karşılaşabilirler fakat sorunlarını nasıl çözebilecekleri konusunda farkındalık ve bilgi sahibi olduklarından sorunlarıyla başa çıkmada daha işlevsel yöntemler kullanacaklardır. Ancak, bazı durumlarda ise danışan duygu ve düşüncelerini kontrol edemeyebilir. Bu durumda alınan terapiler ise daha önceki terapi sürecine göre daha kısa süreli olacaktır.
Terapide konuşulanlar terapist ile danışan arasında kalır. Aksi bir durum etik ilkelerin ihlali anlamına gelmektedir. Terapist, aşağıda belirtilen durumlar dışında hem danışanın kimliğini, hem de danışanın verdiği bilgileri terapi süresince ve terapi sonrasında gizli tutmak zorundadır. Ancak, terapistin danışanın her türlü kimlik ve şahsi bilgileri saklı tutularak danışanın şikayetleri konusunda diğer meslektaşlarıyla bilgi paylaşımında bulunduğu durumlar olabilir.
Terapistin, danışanla ilgili bilgileri ve anlattıklarını yetkili mercilerle paylaşabileceği durumlar:
-Kendine veya başkalarına zarar vermişse veya zarar vermeyi düşünüyorsa
-18 yaşından küçük çocuklara, engellilere veya yaşlılara tacizde bulunmuş veya zarar vermişse,
– Mahkemede yetkili kişiler tarafından danışanla ilgili bilgi istenmesi durumunda danışana ait bilgiler paylaşılabilir.
İlaç yazabilmek için tıp fakültesi mezunu olmak gerekmektedir. Psikiyatristler tıp fakültesi mezunu olduklarından ilaç yazabilirler ancak psikologların böyle bir yetkisi yoktur. Psikologlar aldığı eğitim ile alakalı terapi yöntemleri uygularlar yani ilaç vermezler. Farklı ülkelerde psikofarmakoloji eğitimi alan psikologlar ilaç tedavisi başlayabiliyor. Ülkemizde eğitimini bile alsa doktorlar dışında kimse ilaç tedavisi uygulamamaktadır. Psikolog, danışanın ilaç kullanması gerektiğini düşünüyorsa psikiyatriste yönlendirebilir.